Nida Çınar | Asma Kalbin Gölgesinde

Bu yazı"Kudüs Konulu Hikaye Yarışması"nda Anadolu İmam Hatip Liseleri arasında  Türkiye 10.su seçilmiştir. 23.06.2020

Ebva kokuyor etraf. Camların saydamlığı kalplerine emanet edilirken, yeşilin en sefiri tonlarında bir buğulanma tütsüsü. Sokak lambaları ayın hizasında, kaldırım taşları sükun etekleri. Bense bu ıssızlığın, gelmediği coğrafyalardan gitmeye çalışan virane ruhuyum. Söylediklerimi rastlantı saymayın. ‘Coğrafya kaderdir.’ dayatmasını naçiz bedenimde hissettim hissedeli giderim kendimden, hem de henüz kendime bile gelememişken.

Varlığın dokunulmazlığı düşüncesi nabızlarımızı dokuz/sekizlik bir ritme tabi tutarken, damarlarımda dolaşan yanık halk musikisini duyar gibiydim. İlmi dürtülerimizi bir kenara fırlatıp hiçliğin ehemmiyetine odaklandığımızdaysa sonuç muazzamdı. Yere uzanmış kaldırım taşı, öylece beni izliyor; üzerine sinip yükünden sebep mesleği haline gelmiş Hıttin’den  kalma kan kokusunu protesto ediyordu. Yükü ağırdı, neticede bedenini çevreleyen yalnız bir kan damlası değildi; ya Selahattin kılıcından geçmişti ya nice Selahattinlerden kılıç.

“Hadi ama, beni böyle izlemek istemediğini ikimiz de biliyoruz Kızıl Kafa.” derken alaycı tınısını eksik etmedim sesimin, kinaye yaptığımı belli ederek. Kızıl Kafa dememi sevmediğini bilirdim ama o sinirlendikçe daha da kızarırdı ve o ne kadar sevmiyorsa ben de bir o kadar seviyordum tenindeki Selahattinliği. Babaannem onun için “Değme kızım Kızıl’a, sırtındaki yükü ağırdır. Baksana, bacakları kırılmış da yol oluvermiş ayağımıza.” der. Öyle ya, uslanmaz olduğum on sekiz yıllık hasretin ardından, onu bir başına koydum gittim diye Kudüs’e attığım ilk adımda ayağıma çelme olmasının üzerinde durmamamdan belliydi.

“Sen önce bana Kızıl Kafa demeyi bırak. Söyle bakayım, yine ne işin var gecenin bu saatinde?” dedi. Sorduğu sorudan çekiniyor, cevabını daha soruyu sormadan biliyordu. Dudaklarımız vaktini beklermişçesine yukarı uçlarını usulca diz kapaklarımıza doğru indirdi. Ve ikimizin de gelmesini pek istemediği o sessiz çığlık, aramıza karıştı.

“Biliyorsun Kızıl Kafa.” dedim taşmaktan korkan dolmuş gözlerimle. Biraz geçmiş, biraz ben karışmıştı sesime. Taş kesilmiş yüzünden birkaç fısıltı kopup avuçlarıma düştü. “Yine mi anlatacaksın? İnsanlar seni şizof-” arkasını bildiğim sözünü yarıda kesip boğazımdaki yumruyu sindirmeye çalıştım. Kafamdaki bulanıklıkta üstünü karaladığım en belirgin kelimeyi yatağından çekip çıkarmış, gün ışığına maruz bırakmıştı. “Sus!” dedim tamamlamasına izin vermeden güçlü olmasını istediğim kadar güçsüz çıkan sesimle. “Sus..” diyerek tekrarladım cümlemi yere çökerken. Bedenimdeki kaosun elçisi olarak inen gözyaşı, dizlerimin yere kontrolsüz çarpışıyla yolunu daha da hızlı bulmuştu. Haykırmak istedim; çığlık atmak, bütün insanlık duyana kadar bağırmak istedim. Anlatmak istedim. Kendimi, derdimi…

Güçlükle topladığım sesimi kulaklarım alabildiğine kullandım. “Ben!” dedim ayağa kalkmaya çalışırken. Aklımın içindeki düğümü sıkan şey, şimdi de kemiriyordu. Zihnimdeki kalabalığın sesi artıyor, ruhum içten içe cümlelerini kanatıyordu sanki. “Ben Kudüs Lermit! Adım kadar Kudüs, Kudüs kadar viranesiyim Kudüs’ün.” dedim en yüksek sesimle. “Duyuyorsun beni değil mi?” diye bağırdım arkamdaki duvara dönüp, “Bütün yeryüzü anlıyor beni değil mi gökyüzü?” dedim başımı gökyüzüne kaldırırken. Beynimin uyuşukluğundan arzu ettiğim dönme hissi, beni şefkatli rüzgarın kollarına bırakıyordu. Bu isteğe karşı koyamadan sağa sola savurdum kendimi, peşinden söylemek istediklerini döküverdi dilim eteklerinden hıçkırıklarımın ardına sığınarak. “Neden soyadım Lermit biliyor musunuz?” dedim tüm kinim göğüs kafesimden dilimin ucuna taşınırken. “Piyer Lermit isimli bir papanın emrindeki haçlı ordusunun, Ortadoğu’daki tüm Türk çocukları katledip sıra bize gelince abimi mızrağının ucuna takarak ateşte pişirirken beni ellerinden son anda kurtaran babam, onu unutmayayım diye iki yaşında kıyımdan kaçırılarak getirildiğim Beytüllahim’de soyadımızı soran herkese ‘Lermit’ demiş. Anlayacağınız...” onlarca acının ağırlığı göz kapaklarıma çökerken, nefesimin son durağında tek cümle inebildi hatıra vagonumdan, “…Kudüs işgali evlat edinirken, ben çoktan işgalin evladı olmuştum.”

Derin bir nefes aldım, küçük bir taşın oluşturduğu boşluktan yararlanmak istercesine elimi o boşluktaki toprağa uzattım. Avucumu kürek şeklinde daldırıp kaldırdıktan sonraysa tekrar ayaklanıp sıkabildiğim kadar sıktım toprağı. “Peki annem?” dedim elimdekine hesap sorarcasına, “Annem kucağına düştü de sen neden sarmalamadın onu?” diyerek çıkıştım geldiğim yere, geri dönmeyecekmiş gibi. “Gidecekleri gecenin şafağında tekrar dönmüş; hasta sağ, kim var kim yok hepsini kesmiş sokaklarda Haçlılar. Muhsin amcanın son gördüğü…” bağırarak kurduğum her cümle, yankı olup misli gözyaşıyla genzime doluyordu. Alfabem kısırlaşıyor, doğuramadığı kelimeler sesime set oluyordu. Ellerim kafamın içine seyahate çıkmış, örümcekten aldıkları görevle kendi ağlarını örer gibi örüyorlardı nutkumu. Haykırma isteğim bütün düşüncelerimi bir anlığına silip süpürüyor, aklımın ucuna dizilmiş çığlıklarıma intihar etmeleri için yalvarıyordu. Çığlıklarımsa bu anı bekler gibi aşağı atıyorlardı kendilerini aklımın uçurumundan. “Son gördüğü, annemin Mescid-i Aksa’nın kapısına dökülen kanı; kapıdaki asma kilit ise meğer Kudüs’ün kalbi imiş.” Ciğerlerim göğüs kafesime sığmıyor, gözümün perdesini aralayan her gerçek ömrümü daha da kırbaçlıyormuşçasına soluklarım hızlanıyordu. “Anlayacağınız…” dedim kendimi tekrara düşmüşlüğün farkındalığıyla, “…Kudüs’ün kapısındaki kalbi kanarken, benim annem ve ona emanet ettiğim kalbim kanıyordu. Kim bilir, belki de aynı kalple hayat buluyorduk.”

Dermanını dünyaya derya yapmış dizlerim, kendine yeni bir derman suyu ararken başımı usulca kaldırıp söyleyeceklerimi taş duvarlarda bulmaya çalışır gibi göz gezdirdim. Arkama aldığım sokağın önümde duran diğer yarısı oldukça dardı. Bu darlığın üzerine yerleştirilmiş köprü misali kubbe dilimleri, siyah yaldızlı tavanın gereğinden fazla yer kaplayan avizesi görevini görüyordu.

Söyleyebildiklerim, söylemek istediğim kompozisyonun virgülü olup kalemime dolarken erguvan şairlerine seslenmek istedi kara kışımın yazı güftelerim. “Siz!” dedim yanımda olmasını umduğum onlarca vicdan mustaribine. Fakat yoklardı. Karşımda konuştuğuna inandığım kaldırım taşı -Kızıl- bile, sessizliğiyle öfkemin çatı katına vuruyordu. Çocukluğumda yanı başıma oturttuğum o bez bebeklerle aynı zifirilikte susuyorlardı, aklımla alay eder gibi. İçimdeki depremlerin altında kalmadan önce söylemek istediklerim vardı ya, kısık kapanmamalıydı gözlerim. Belki de gözyaşlarım bile daha yavaş akmamalıydı bu gece.

Pusulamın ucu tekrar erguvan şairlerini gösterdiğinde ise boğazlarım istifa edene kadar konuşmak için dudaklarımı araladım. “Siz şair değilsiniz!” dedim öncelikle delillerimi sunmadan net bir biçimde. “Şiir zulüm etmez.” diyerek ekledim kendimce en suçlu bulduğum noktalarına dikkat çekmek ister gibi. “Ama siz...” dedim bedenim hıçkırıklar eşliğinde yere serilirken. “Siz şiiri bile kirlettiniz.” Fıtratını kaldırıma sızdıran gövdem, yüzünü zar zor göğe çevirirken; sokak lambasının loş ışığı güneşten daha parlak gelmişti o an gözüme. Ömrüm gözümün önünden şerit gibi geçerken, eksik bıraktığım ama anlatsam da yere göğe sığdıramayacağımı bildiğim hayat kırıntılarımdan yarım kalanları özet geçmek isteğime engel olamadım. Daha uzanalı bir dakika olmadan ayaklarım ayaklanmayı talep etti, doğruldum. Belki de ağzımdan çıkan son cümleler olduğu için, senelerim Kudüs’e ağır gelene kadar bağırdım. “Ey Koca Kudüs!” ellerimi yukarı kaldırıp bütün şehri kucaklamak ister gibi iki yana açtım. “On yaşındaydım, kendini Silvan’dan sürgün ederken dedemi kendinden sürgün ettin. On dört yaşındaydım, kendini Attur’dan sürgün ederken amcamı kendinden sürgün ettin. Yirmi yaşındaydım; sana döndüm ve sen, senken ben, ben olmakla suçlanarak, ‘Bu kız nesnelerle konuşuyor, o bir şizofren ve psikoz hastası!’ sesleriyle birileri başımda dönmeye başladı. Daha adımı sormadan şizofren teşhisi koyan aptal adam, duyuyor musun beni? Ben şizofren değilim!” sesim titriyordu. Yorgunluğumun yaşanmışlığımdan olduğunu bilsem de maddi cephem dik duramıyordu. Bütün hayatımı bu cümleye adamış gibi, aklımda bu ana en çok yakıştırdığım o sözcükleri bastırarak söyledim. “Demiştim, adım kadar Kudüs; Kudüs kadar viranesiyim Kudüs’ün.” Sustum. Başım yer çekimine meydan okumaktan yorulmuş bir edayla aşağı düşüyordu. Birkaç saniye zihnimi susturmaya çalıştım. Başaramayacağımı anladığımdaysa yıllardır yapmam gerekeni yapmak, kalbimi bulmak için koşmaya başladım. Kudüs’ün kaderi kaderime yazılmışken kalbi kalbime kazınmıştı. Bu dar sokaklara sığmayan iç sokaklarım, ben koştukça ciğerlerimi sıkıştırıyor; sık sık nefesim kesiliyordu. Varmam gereken yere son bir sokak kaldığını fark etmemle yavaşladım. Usulca, sendeleyerek attım adımlarımı. Özlemi özüne olan Kudüs’ün Kudüs’ü özüne yürüyor, kendine varıyordu. Kalbimin sınırlarına -sokağa- sağ ayakla girdim. Sarımtırak taş evin önünde durduğumdaysa, içim içime sığmıyordu. Boğazımın hafif kaşıntısıyla öksürüp elimi kapıdaki küçük tokmağa uzattım. Sıkı tutmayı başaramadığım tokmağı, iki kere vurup bir adım geriye çekildim. Kudüs’ün tüm mevsimini içime çeker gibi suladım vicdanımdaki çiçekleri. Kapı açıldı, babaannemin kar beyazı yüzüne kondurduğu tebessüm ‘vakit geldi’ sevincinin ilk mısrası olarak dizildi ebediyetime. “Mescid-i Aksa’nın kilidi mi, asma kilit mi?” sorusuyla doğruladı zannımı. Sıcak tebessümüne karşılık verebileceğim en sıcak gülümsemeyle kafamı salladım. “Asma kalp, emanetim...”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sude Üçüncü | İdeallere Aşkla Tutunmak

Harun Öz | Kaldırımlar Şiiri Seslendirme

Ebrar Sultan Özdoğan | YÜZ’LEŞ